26.01.2006
İyi günler,
Bugün ulaştığımız nokta çok uzun bir sürecin ürünü. Vicdani ret kararımı 1992 yılında verdim ve aynı yılın sonunda Savaş Karşıtları Derneği'nin kuruluş çalışmalarına katıldım. İzleyen yıllarda arkadaşlarımla beraber Türkiye'deki sosyal ve politik yaşamın demilitarize edilmesi için yoğun ve çok boyutlu bir çabanın içinde oldum. Vicdani reddimi açıklama sırası ise 1996'da geldi ve bir sene iki ay sonra hakkımda tutuklama kararı uygulamaya kondu. Karakola kendim gittim ve tutuklandım. 1997 ve 1999 yılları arasında iki kez serbest kaldım ve her seferinde kendi ayağımla birliğe değil, ama mahkemeye gittim. Bu yolla bir kaçak olmadığımı, meseleden kaçınmadığımı, aksine onunla yüzleşmek niyetinde olduğumu ortaya koydum.
Benim için vicdani ret her zaman kendi kimliğime, karakterime ve kanaatlerime sadık kalmamın olmazsa olmaz koşulu oldu. Benim genel çoğunluğa göre marjinal ve hayalci bulunacak olan tespit ve görüşlerime göre, insanın temel aidiyeti insanlığın bütününedir ve buna karşı oluşmuş kurumlara itaat borçlu değildir. Hatta emir-itaat ilişkisini başlı başına mücadele edilmesi gereken bir olgu olarak görüyorum. Ancak şu anda bunları tartışacak değiliz; ben sadece motivasyonumla ilgili kısa bir not düşmek istedim.
Bugün burada toplanmamıza neden olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin kararı, Türkiye medyasında şu ana dek uçlaştırılarak ve sansasyon yaratma refleksiyle ele alındı. Türkiye şu anda bir yol ayrımında bulunuyor. Vicdani ret olgusunu, bu olgunun toplumsal düzen içindeki işlevlerini ve bunlarla birlikte yol ayrımını gündeme getiren AİHM kararını soğukkanlı bir biçimde yorumlamak gerekir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi AİHS'nin 3. maddesini önceleyerek ortada genel hukuk prensipleri açısından bir sorun olduğunu ortaya koymuştur. Buna göre suç ile ceza orantılı olmak durumundadır ve her fiilin ancak tek bir müeyyidesi olabilir. Bu noktaya özellikle dikkat çekmek istiyorum. Tartışma henüz vicdani redde gelmeden tosladığımız ilk nokta budur. Devlet, mevcut yasal çerçevesiyle zorunlu askerliğe vicdani temellerde karşı çıkan bireyleri yargılayacak araçlara sahip değil. Dolayısıyla tartışmayı hemen "zorunlu askerlik kalkıyor mu?", "AİHM'in kararı Türkiye'yi kaosa mı sürükleyecek" vb. minvallere çekmek kafa karıştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Herhalde yetkililer ve hukukçular, suç addettikleri bir fiil için insanları tekrar tekrar yargılamanın ve onları ömür boyu sürecek bir kısırdöngüye sokmanın evrensel kabul gören hukuk nosyonlarına uygun düşmediğini kabul edeceklerdir. AİHM'in söylediği de budur. AİHM bu noktadan hareketle Türkiye'ye yön gösteriyor ve birincisi askeri mevzuat ile sorunun çözülemeyeceğini ve ikincisi, askerliği vicdani temelde reddedenlere yönelik özel düzenlemelerin getirilmesi gerektiğine dikkat çekiyor. Bundan ne fazlası, ne de azı.
AİHM, bu karar ile, vicdani reddin yasalarda ne biçimde karşılık bulacağına ilişkin bir yol haritası çizmemiş, ancak yön göstermiştir. Ben kuşkusuz mahkemenin vicdan ve din özgürlüğüne ilişkin 9. maddeden bir hükme varmasını tercih ederdim ve avukatlarımla yapacağım değerlendirmeler sonucu itirazda da bulunabilirim. Diğer yandan devletin de itirazda bulunacağı mutlak gibi. Yani bu süreç burada bitmedi ve tartışmanın farklı düzlemleri zamanla açılacak ve oturacaktır.
Ancak devlete şu an bulunduğumuz nokta ile ilgili söylemek istediğim bir şey var: Vicdani retçilere emre itaatsizlik eden askerler muamelesi yapmaktan acilen vazgeçilmelidir. Bu tutamayacakları bir mevzidir. "Düşman Avrupalı", "vatan haini kansızlar" vb. hamasetler Türkiye'nin kendisine ve bu ülkede yaşayan gençlere kendi eliyle verdiği zararı gölgeleyemez. Şu an Sivas Askeri Cezaevi'nde çok ağır koşullarda tutulan ve bundan dolayı sağlığı da tehdit altında olan vicdani retçi Mehmet Tarhan için acilen adım atılmalı. Sorunu ertelemek ve Mehmet Tarhan'a gereksiz yere eziyet etmenin Türkiye'ye bir bütün olarak kaybettireceği çok açık. Mehmet Tarhan şu ana dek yaşadıklarıyla AİHM'de açacağı bir davayı kazanmayı garantiledi bile. Zararı büyütmemek yetkililerin elinde.
Benzer biçimde kendi özel hayatım açısından da bu kararın sonuçlarını görmeyi talep ediyorum. Birçok gazetenin sunduğunun aksine bu geçtiğimiz yıllarda kaçak yaşamadım. Kendi hayatımı sürdürdüm, insan hakları alanındaki çalışmalara elimden geldiğince katıldım. Beni bulmak isteyecek bir devlet için aslında hep göz önündeydim. Diğer yandan resmi kayıtlarda görünmemeyi tercih ettim, çünkü "kazara" veya "tesadüfen" alınmayı da anlamlı bulmadım. Ben kendi duruşumu çok kez kendi ayağımla mahkemelere giderek ve bunun için cezaevinin yanı sıra kışlada geçen zamanlarla beraber hayatımdan iki yılı vererek kanıtladım. Bazı gazetelerin Internet sayfalarında yayınlanan okur mektuplarında vicdani retçiliğin korkaklıkla eş tutulduğunu görüyorum. Nasıl bir korkak kendisini, onu koruyacak yasal düzenlemelerin yokluğunda, göz göre göre Türkiye'nin en güçlü kurumunun ellerine teslim eder, işkence ve kötü muameleyi göze alır? Kısacası, ben üstüme düşeni yaptım ve artık ailem ve kendim için güvenlik ve rahatça düzenleyebileceğim bir hayat talep ediyorum. Bilhassa ciddi sağlık sorunları olan babamın daha fazla rahatsız edilmemesini altını kalın kalın çizerek talep ediyorum. Babam sürekli olarak taciz edilmeyi kaldırabilecek durumda değil ve kesinlikle hak etmiyor.
Bundan sonraki süreci hep beraber göreceğiz. Birçok kez söylendiği gibi yasal süreç de bitmiş değil. Geldiğiniz için teşekkür ederim.
Osman Murat Ülke